Ümran Avcı – Öykünün incelikli kalemlerinden Polat Özlüoğlu, “Annem, Kovboylar ve Sarhoş Atlar” kitabıyla ödül yağmuruna tutuldu. 11 öyküsüne bir dolu dünya derdini taşıyan yazar; bu eseriyle Antalya Muratpaşa Belediyesi’nin düzenlediği 7. Antalya Edebiyat Günleri’nde Yılın En İyi Öykü Kitabı Ödülü’ne, 2023 Fakir Baykurt Öykü Ödülü’ne, geçtiğimiz günlerde de 34. Haldun Taner Öykü Ödülü’ne değer görüldü. Aile kurumunun dört duvar arasında gizlenmiş defolarını, çatlaklarını bir bir ortaya döken Özlüoğlu ile kitabını ve hayatı konuştuk.
■ Bir kitap üç ödül, “Annem, Kovboylar ve Sarhoş Atlar” öykünün en önemli ödüllerinden 34. Haldun Taner Öykü Ödülü’ne değer görüldü.
Açıkçası bu ödülü beklemiyordum. Sevdiğim, okuduğum yazarlarla aynı listede olmak benim için yeterince gurur vericiydi. Öğrendiğimde hem şaşırdım hem çok mutlu oldum. Okur tarafından sevilen, takdir edilen bir kitabın edebiyat dünyasında da yetkin ve saygın kişiler tarafından beğenilmesi onur verici bir duygu.
■ Hep bir baba eksikliği, baba hesaplaşması var öykülerde. Otobiyografik yönleri var mı?
Eminim yazarken farkında olmadan öykülere sızan bana ait ufak tefek kırıntılar vardır. Yazdığım öykülerin çoğunda kadın karakterler, anneler, kız çocukları hep daha çok ve baskın olmuştur. Belki de kadınların kalabalık olduğu bir evde büyüyen bir çocuk olmamdan kaynaklanan bir durum bu. Ancak ‘‘Annem, Kovboylar ve Sarhoş Atlar’’ kitabına başlarken ailenin içindeki erkeklere dair özellikle babaya dair bir şeyler anlatmak istedim. Bir kere de bir erkeğin gözünden hikâyeyi ters yüz edip aktarmak istedim. Dolayısıyla baba denen erkin zorbalığını, zalimliğini, pişmanlığını, yalnızlığını, suçluluğunu, iyiliğini, kötülüğünü, zaaflarını, korkularını, kuşkularını kaleme aldım. Dört duvarın arasında neler oluyor, kim ne yaşıyor, nasıl hayatla baş ediyor, nasıl ayakta duruyor, bir ailenin fertleri, deşmeye çalıştım. Aile denen kutsal yapının içini kurcaladım öyküler aracılığıyla.
■ İş cinayetleri, trafik kazaları, faili meçhuller, ötekileştirilenler. Ne çok dert biriktirmişsiniz. Anlatmasanız, taşarmışsınız hissi geçiyor okura.
Yazan insanın derdi, meselesi olmasına inanan biri olarak üzerinde yaşadığımız dünya denen gezegende tamamen mutluluğa ve huzura kavuşan, refah seviyesine ulaşan bir toplum olmadığını düşünüyorum. İster istemez dertlere bulanıyoruz, acılara batıp çıkıyoruz, kederler giyinip tasalar soyunuyoruz, hayat acısıyla tatlısıyla bizi sarıp sarmalıyor. Teknolojik değişim ve dönüşümün hızına yetişemeyen zavallı bireyler olarak pek çok kötü, akıl almaz, can yakan, korku yaratan, yas tutmamıza sebep olan olaya tanıklık ediyor, savaşlara, katliamlara, kötülüklere, salgınlara maruz kalıyoruz. Böyle durumlarda gazetecilik eğitimi almış bir yazar olarak sorguluyorum, araştırıyorum, cevaplar bulmaya çalışıyorum, bazen hesaplaşıyor, bazen çaresizlikle kabulleniyorum ama sonunda bütün bu dertleri, korkuları, acıları paylaşmak için yazıya döküyorum. Öykü yazmak biraz da derdine ortak etmek demektir okuru, acından haberdar etmek, yasını paylaşmak, içine sığmayan üzüntüyü, hüznü açık etmek.
Annesi ölen birden büyür
■ Kitaba adını veren “Annem, Kovboylar ve Sarhoş Atlar” öykünüzde erkek şiddetini hikâye ediyor ve annesi ölenin birden büyüdüğünden dem vuruyorsunuz. Tam da bu yüzden ne çok çocuk zamansız büyüyüp ihtiyarlıyor…
Aile kavramını ameliyat masasına yatırıp otopsi yapmaya çalıştım. Mutlu aşk yoktur yerine mutlu aile yoktur demek ne kadar doğru bilmiyorum ama bu topraklarda umutsuzluğun ve yoksulluğun batağında debelenen aileler çoğunluktadır zannımca. Kutsal bir yapı olduğu her daim söylenen, iddia edilen, dayatılan, öğretilen ailenin arazlarını, marazlarını, enkazlarını, yaralarını dillendirdim bu öykülerde. Eril tahakkümün tüm şiddetini, yıkıcılığını, arızasını ilk hissettiğimiz, ilk defa karşı karşıya kaldığımız yer ailedir. Aile içindeki bu şiddete maruz kalan çocukların yıllar sonra büyüdüklerinde içine düştükleri boşluğu, zorluğu, yorgunluğu, yenilmişliği hep beraber tecrübe ediyoruz. Hayat, bu çocuklardan hep alacaklı çıkıyor. Hep emanet yaşıyorlar duygularını, sevdalarını, sevinçlerini, mutluluklarını. Bu yüzden çabucak ihtiyarlayıp, çabucak ölüyorlar. Bu hayatlara dair birkaç kelam etmek öyküler aracılığıyla o çocuklara bir vicdan borcu ödemenin başka bir yolu belki de.
■ Kırık dökük çocukluğumuza diye bitiyor öyküler. Çocukluğun neşesi de yaraları da unutulmuyor bir türlü…
Çocuklukta yaşanan ne varsa iyiliğe ve kötülüğe dair, kabuk bağlayan bir yara gibidir. Her daim izi kalır. Kabuğu kaldırdıkça usul usul kanar. Mutsuz çocukların çoğunlukta olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Hikâyesi anlatılmayan o kadar çok çocuk var ki sayfalar yetmez anlatmaya. Bu kitapta o eksik, yaralı, kırık dökük çocuklara dair birkaç küçük öykü var. Bunlar hüzünlü öyküler. Olmazsa olmaz öyküler.